Saklı Kalmış Sırlar
  Kader Nedir?
 

Kader Nedir? - 17 Ekim 2009



Kaderin anlaşılması bir yönüyle çok kolaydır, bir yönüyle de çok zordur ve kader adeta imanın sihirli şifresidir. Kaderin imanla anlaşılması, akılla anlaşılmasından daha kolay olsa gerektir. Ya da sonuç aynı kapıya çıksa da, kaderi inanarak anlamak, onu anlayarak inanmaktan daha kolaydır. Ama yine de aşağıda vereceğimiz bilgilerle kaderin akılla ilgili yönünü bir nebze anlayabileceğimizi sanıyorum:

Kader kelime anlamı bakımından, miktar, ölçü ve muktedir olma/güç yetirme demektir. Yani her olan şey, bir ölçüye ve hesaba göre, planlanarak olmakta ve muktedir birisi tarafından oluşturulmaktadır. Hiçbir şey rast gele, kendiliğinden, ölçüsüz ve hesapsız olmamaktadır. Her şey önceden yapılan bir hesapla ve bir sebeple olmakta ise, demek ki Allah (cc), olacak olan her şeyi biliyor, her şeye gücü yetiyor. Hiçbir şey O´nun bilgisi ve isteği dışında olamaz.

 

Şimdi buna göre bütün varlık aleminde olup biten şeyleri düşünelim: Bunların yüzde doksan dokuzdan fazlası hep bizim irademizin ve gücümüzün dışında doğup gelişen ve bizim hiçbir dahlimizin olmadığı şeylerdir. Yağmur, fırtına, gece, gündüz, dünyanın ve yıldızların seyirleri, otların, canlıların büyümesi, dağlar, denizler, iklimler, bitki ve hayvan çeşitleri gibi daha aklımıza gelen ve gelmeyen milyarlarca varlık ve varoluş tamamen bizim irademizin ve gücümüzün dışında olan varoluşlardır. Bunlara biz ya hiç müdahale demiyoruz, ya da hesaba katılmayacak kadar az müdahale edebiliyoruz.

Şimdi de irademizin kısmen karıştığı dünyaya bakalım. Mesela uçakla uzun bir yolculuğa çıktığımızı düşünelim. Hareketimiz uçağın içi ile sınırlıdır. Oysa uçağın geniş bir planlanması vardır. Rotası, hızı ve yüksekliği bellidir. Havanın kaldırma gücü ve uçağın bunu kullanması, bunun için çalışan motorlar hep yolcular olarak bizim dışımızda olan şeylerdir. Yani biz uçakta iken bu büyük devinimin içinde ancak küçücük hareketler yapabilmekteyiz. Şimdi uçağın yerine dünyayı koyalım, onda olup bitenlere bizim katkımızın o kadar da olmadığını göreceğiz. Ya da asansörle on beş katlı bir binaya çıktığımızı düşünelim. Biz asansörün içerisindeyiz ve onun belli bir çalışma sistemi vardır. Bu sistem bizim dışımızda, bize göre güçlü ve bilen birileri tarafından kurulmuş ve kendi düzeneğine göre çalışmaktadır. Biz asansöre bineriz, gideceğimiz katın düğmesine basarız, asansör de orada durur. Ama onun çalışmasında ve orada durmasında bizim katkımız sadece düğmeye basmaktan ibarettir. Ya da bir bilgisayar oyunu düşünelim: Oyunu hazırlayanlar, bizim tercihlerimize diyelim ki, yüz tane ihtimal koymuş olsunlar. Biz hangi düğmeyi tıklarsak bu ihtimallerden birisi gerçekleşir. Yani bir bakıma onlardan birisini seçmek bizim elimizdedir, ama bu ihtimallerin dışına çıkma şansımız ve gücümüz olmadığı gibi, seçtiğimiz ihtimali oluşturmak da bizim elimizde değildir. Biz sadece onun oluşması için bir tercih kullanıp düğmeye basmışız hepsi okadar. O dümeye bastığımızda o sonucun oluşması bile önceden belirlenmiş ve düzenek ona göre kurulmuştur.

Şimdi de kendi vücudumuza gelelim: Orada olup biten şeylerin de çoğundan bizim haberimiz yoktur ve çoğu bizim elimizde olmadan olup bitmektedir. Kanımızın deveranını, gözümüzün görmesini, hücrelerimizde olup biten ve bizim farkında olmadığımız milyonlarca eylemi, acıkmamızı, korkmamızı, hatta yediğimiz yemeğin sindirim sistemindeki seyrini düşünelim. Yediğimiz bir lokmanın bile, kendi irademizle ağzımıza koyup yutmamız dışında, başına gelen serencamı bilmiyoruz ve bunu biz kendimiz yönlendirmiyoruz, yönlendiremiyoruz. Bunların ve bunlara benzer sonsuz oluşumun, bizim irademiz ve katkımız olmadan gerçekleştiğini görüyoruz. Bütün bu olup bitenler hep bir kadere ve bir ölçüye göre olmakta ve hepsi Allah tarafından, taa ezelden bilinmektedir. Sadece bilinmekte değil, aynı zamanda hep O´nun tarafından planlanmış ve birer sebebe bağlanmışlardır. Her bir olay bu plan ve takdire göre oluşmaktadır. İşte kaderin bir anlamı budur. Buna inanmamız ya da inanmamamız bu oluşumu hiç değiştirmez. Ama bütün bunların her şeye gücü yeten bir Allah tarafından ve bir hesap ve kitapla gerçekleştirildiğine inanmak insanı mümin kılar, ona huzur verir, onu kaostan ve belirsizlikten kurtarır. Onu tedbir almaya ve bu oluşumun sırrını çözmeye sevkeder. Bu sebepledir ki, “men âmene bil-kader emine mine´l-keder”, “kadere inanan kederden kurtulur” demişlerdir.

Bizim irade alanımıza gelince; orada olmasını ya da olmamasını istediğimiz ve irademizi ve gücümüzü buna göre kullandığımız şeylerin oluşması da sadece bizim irademize bağlı değildir. Bunların da başka pek çok sebebi vardır ve bizim irademiz ve gücümüz bu sebeplerden sadece birisidir. Bu yüzden bizim irademizi kullanmamıza ve istememize rağmen, istediğimiz gibi olmayan pek çok şey vardır. Ama elbette istediğimiz ve irademizi yönlendirdiğimiz şeylerin öyle sonuçlanmasının bir sebebi de biziz ve biz, işte sadece irademizi öyle yönlendirmemiz ve gücümüzü öyle kullanmamız sebebiyle hesaba çekileceğiz. Çünkü kaderin böyle oluşmasında bize Allah bir dileme ve müdahale edebilme gücü ve iradesi verdi ve iyi ile kötüyü de gösterdi. Ama yine de bu alanda olup bitenlerde bile bizim katkımız çok azdır ve bu tıpkı bir lambanın yanmasında düğmeye basmamız gibidir. Lambayı yakan, cereyanı oluşturan, ona o gücü veren, onunla aydınlatan biz değiliz, ama biz yine de onun yanmasında az da olsa bir irade ortaya koyduğumuz için bundan sorumluyuz. Çünkü irademizi düğmenin açılmasından yana kullanmasaydık lamba yanmayacaktı.

Durum böyle olmakla beraber yine de Allah ezelden beri bizim irademizi hangi yönde kullanacağımızı biliyordu ve bizim müdahale ettiğimiz olaylar dahi yine O´nun bilgisi dahilinde oldu. Çünkü zaman, sadece bize göre bir keyfiyettir ve Allah için gelmiş, gelecek diye bir şey yoktur. Bize göre her şekliyle zaman, O´nun önünde ezelden beri hep şu andır ve O her şeyi önünde şu an olarak görmektedir.

Şimdi tekrar düşünelim: Bizim sebebimizle oluşan şeylerin oluşma sebebi biz değil miyiz? Bu şeyleri biz öyle değil de böyle isteyemez miydik? Buna evet diyebiliyorsak, öyleyse biz bunlardan sorumlu olmalıyız? Allah´ın onları ezelden biliyor olması, bizi zorlayan sebep değildir ve biz her şeyin nasıl olacağını da bilmiyoruz: Şu halde irademizi kullanmak ve sonucun iyi olmasını belirlemek bizim hem imkanımız hem de görevimizdir. Görevimizi yapmaz ve imkanımızı kullanmazsak sonuçtan hesaba çekiliriz. Ama yine de bütün bunların hepsini Allah ezelden beri biliyor. Fakat O bildiği için biz öyle yapmak zorunda değiliz, aksine biz öyle yapacağımız için O öyle biliyor. Öyleyse bizim irade alanımız içerisinde kaderimizi, bir anlamda biz kendimiz belirliyoruz, Allah da (cc) da öyle yaratıyor demektir. Yani bizim yapıp ettiklerimiz dahi bir kader/ölçü ve sebeple oluşmaktadır. “

Kadere biz müdahale edemeyiz, Allah ne yazmışsa öyle olur. Olup bitenlerde bizim hiçbir dahlimiz yoktur. Biz çabalasak da çabalamasak da aynı şey olacaktır” şeklindeki bir kader anlayışını biz Cebriye diye isimlendirir ve bunun sapık bir inanış olduğunu söyleriz. Bunun Batıdaki karşılığı muhtemelen Deizm´dir ve Deizme göre tanrı kainatı yaratmış, onun içine mükemmel kanunlar ve sistemler yerleştirmiş ve onu kendi haline bırakmıştır. Artık tanrı ona hiç müdahale etmez ve o kendiliğinden, kurulduğu gibi çalışır. Çalışması tıpkı bir makine gibi mekaniktir.

Oysa sağlıklı kader anlayışında insanın gücü, iradesi ve katkısı vardır ve o bu katkıya göre sonuç bulacaktır.

Hz. Ömer´in çok basit gibi görünen şu cevabı aslında kaderi çok güzel anlatmaktadır: O ordusu ile bir seferde iken, salgın hastalık bulunan bir kasabadan uzaklaşılmasını ve oraya girilmemesini emretmişti. Bunun üzerine bir sahabînin: “Allah´ın kaderinden mi kaçıyoruz?” demesi üzerine de: “Evet, Allah´ın bir kaderinden diğer kaderine kaçıyoruz” diye cevap vermişti.

Şimdi de bizim irademize bağlı olan ve olmayan iki olayda, kadere inanmanın ve inanmamanın sonuçlarına bakalım: Diyelim ki karayoluyla Ankara´ya gidiyorduk ve bir yerde toprak kayması olmuş ve yol tıkanmış olsun. Bunda bizim irademizin, en azından yakın mesafede hiçbir dahli yoktur. Kadere inanıyorsak şöyle deriz: Takdiri ilahi böyle tecelli etti. Bu böyle olacaktı ve oldu. Bu olay bir tesadüf değildir, bunun belli sebepleri vardır ve Allah (cc) bu sebeplerle bu olayı şu anda ve bu şekilde gerçekleştirdi. Bunun aksinin olması mümkün değildi. O halde bağırıp çağırmamıza hiç gerek yok. Üzülmeyelim ve şu anda ne yapılması gerekiyorsa, bizim irademize bağlı olan, bize düşen neyse onu yapalım.

Kadere inanmıyorsak tepkimiz muhtemelen şöyle olacaktır: Allah kahretsin! Nereden geldi bu bela başımıza! Sana ben bu gün yola çıkmayalım demedim mi? Mahvolduk, Allah cezanı versin!

Şimdi de sorumuzu soralım: Bu olayı kadere bağlamının zararı nedir ve bu iki tavıralıştan hangisi insanın yararınadır?

Bir de bizim irademize bağlı bir olay düşünelim: Farzedelim ki, Adapazarı´nda temelleri, malzemesi ve işçiliği sağlam olmayan bir ev yaptık ve –Allah korusun- 6 şiddetinde bir depremle evimiz yıkıldı. Bu durumda kadere inanan bir insanın tavrı şu olur: Bu bir takdiri ilahi idi ve bu şartlarda olmaması mümkün değildi ve oldu. Şu halde dövünüp çığlık atmamıza gerek yok. Olayı geri götüremeyiz. Şimdi bize düşen şey, sabretmek ve Allah´tan gelen ne ise ona razıyız demek ve ona göre tedbir almaktır. Ancak bu kaderimizde bizim ihmalimiz vardır ve Allah bu kaderi büyük ölçüde bizim oluşturduğumuz sebeplere göre çizmiştir. Artık giden geri gelmez ama bir daha böyle bir kaderle karşılaşmamak için ihmal ettiğimiz görevlerimizi yapmalı ve bu musibeti sonuç veren sebepleri değiştirmeliyiz. Çünkü onları değiştirmek bizim elimizdedir. Ta ki Allah (cc) bize bundan sonra ihmalimize göre değil, dikkatimize göre bir kader versin.

Bu olayda kadere inanmayan bir insanın da tavrı şöyle olacaktır: Bunun adına kader diyorsunuz! İhmallik edip evimizi başımıza yıktınız! Bundan daha büyük depremlerle bile Japonların evleri niçin yıkılmıyor? Bu bizim kaderimiz olamaz!

Şimdi de bu iki tavrı sonuçları bakımından düşünelim, hangi tavır daha faydalı ve akıllıcadır? Eğer burada kadere inanan insan, bu sonucu değiştirmek hiç bir surette mümkün değildir, Allah´ın takdir ettiği şey ne ise o olacaktır. Bizim bir şey yapmamız ya da yapmamamız sonucu değiştirmez diye inanıyor idiyse, bu zaten sapık bir kader anlayışıdır. Ama böyle değil de, bu olayda insan iradesinin, çabasının ya da ihmalinin böyle bir kaderin sebeplerinden biri olduğunu görebiliyorsa, bu insan geçmişe üzülerek yıkılmayacak ve geleceğin de tedbirini alacak demektir. Yani olana üzülmeyecek, sabredip sevap alacak, olacak olanın da gereğine bakacaktır. İnanmayan insan da muhtemelen geleceğin tedbirini alacak ama geçmişi hatırlayarak kahrolacak, dövünecek ve isyan edecektir. Sonuçta bunun zararı da yine kendisine dönecektir. Şimdi ahiret günündeki hesaplarını bir yana bırakarak düşünelim, sadece dünya ölçüleriyle bile kadere inanan mı, yoksa inanmayan mı daha kârlıdır? Öbür alemdeki kurtuluş ise inanmakladır, inanmayanın akibeti kötüdür.

Öyleyse kader vardır ve kadere inanmak, hiçbir bakımdan zararlı olmadığı gibi, ilave olarak insana huzur ve rahatlık verir. Bütün bunların ötesinde kadere sağlam ve olması gereken şekildi inanan insan, sadece tedbirinin ve sebeplere yapışmasının değil, bu imanının da karşılığını alacak ve dünyada dahi diğerinden fazla olarak Allah´ın yardımını yanında bulacaktır. Bunların öbür alemdeki sonuçları ise birbirleriyle kıyaslanamayacak kadar farklıdır. Öyleyse niçin kadere inanmayalım, ya da yanlış bir kader anlayışına saplanalım?

Alıntıdır.http://farukbeser.com/yazi/kader-nedir-11.htm
 
 
  Hit: 4 ziyaretçi (4 klik) Berkay Kuzu  
 

Okuduğunuz "Kader Nedir?" adlı yazı veya videoya link vermek için şu linki ya da linkin altındaki kodu kullanabilirsiniz:

Javascript: GizemliGercekler

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol